1. Haberler
  2. Yaşam
  3. Bülent Ortaçgil: ‘Müslüm Gürses iyi ki şarkımı söyledi’

Bülent Ortaçgil: ‘Müslüm Gürses iyi ki şarkımı söyledi’

Usta sanatçı Bülent Ortaçgil, 50. sanat yılına özel olarak hazırladığı "Elli Buçuk" isimli albümünü yayımladı. Ortaçgil, albümde bugüne kadar hiç yayımlamadığı şarkılara da yer veriyor.

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Bir gün gel bana, tam 50 yıl sonra…”

Şarkılarıyla hayatımıza girmesinin üzerinden 50 yıldan fazla geçmişken, Bülent Ortaçgil yeni şarkısının nakaratına bu sözlerle başlıyor.

İlk şarkısını 1969 yılında, henüz 19 yaşındayken kaydeden usta sanatçı, aradan geçen bu zamanı “Elli Buçuk” adını verdiği yeni bir albümle süslüyor.

Ortaçgil, yarım asırı geçmiş sanat kariyerini ise bu akşam Harbiye Açık Hava’da 26 sanatçı dostunun katılımıyla kutlayacak.

“Elli Buçuk”, Ortaçgil’i sevenler için birtakım sürprizlere de sahip. İki bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümü olan “Elli”de dördü tamamen yeni ve biri de 1984’te yazılmış toplam beş şarkı bulunuyor. İkinci bölümde, yani “buçuk”ta ise sanatçının bugüne kadar hiç yayımlanmamış dokuz kaydı yer alıyor. “Buçuk”ta Ortaçgil’in bilinen şarkıları “Anlamsız”, “Yüzünü Dökme Küçük Kız” ve “Şık Latife”nin de ilk halleri var.

BBC Türkçe‘nin sorularını yanıtlayan Ortaçgil “buçuk” albümünü, sevenlerine ve arşivcilere, 50 yılın kendisi için nasıl geçtiğini göstermek üzere yayımlamaya karar verdiğini söylüyor.

Son derece sembolik bir albümden bahsediyoruz. Ama özellike “Buçuk” sevenleriniz için de oldukça önemli olmalı.

Bunlar benim ilk şarkılarım. Birkaç tanesi “Benimle Oynar Mısın?’da yer alsa da diğerleri hiç yayınlanmamıştı. Bir şarkı İngilizce hatta. İlk örnekler, yayımlamamışım. Demek ki o zaman beğenmemişim.

Şimdi beğendiğiniz için mi yayınlıyorsunuz?

Hayır, beğenmediğim için yayınlıyorum.

Artık 50 yıldan sonra jübilemi yaptım, yapacağım; o hallerdeyim. Bundan sonra yeni bir şey yapar mıyım? Belki de yaparım ama cebimdeki bütün şeyleri bırakmak istiyorum. 50 yıllık müzikal kariyerimdeki serüvenimde, beni sevenler, meraklılar, arşivciler için somut olarak elde tutulmasını istiyorum. O yüzden yayımlıyorum. Çok bayıldığım için değil. Hatta onların çalınmasını da istemem. Yalnızca meraklılar dinlesin, bu adam 19 yaşında bu şarkıları böyle çalmış desinler. Aradan 50 yıldan fazla geçti ve şimdi 70’lerime geldim. Arası ise kariyerim. Bunu da insanlar değerlendirsin.

Bu şarkıları konserlerde çalacak mısınız?

Hayır, çalmayı düşünmüyorum. Çoğunun sözlerini bile hatırlamıyorum. Bana bir şey ifade etmiyor. Kimisi inanılmaz karamsar, kimisi rüya alemi geliyor. Çalmayı istemem açıkçası. Bir arşiv ve belge olarak dursun istiyorum. Çünkü bizde bu tür belgecilik hiç yoktur. Yalnızca bu adam ne çalmıştı 50 yıl önce diye bilinmesi hoşuma gider.

1969 yılından çok da farklı değilim şu an’

Siz peki kendinize baktığınızda, elli yıl içerisinde nereye doğru yol aldınız?

Hem sözde hem müzikte, hem çalışta hem de düzenleme mantığında, tabii ki bu 50 yılın bir gelişmesini hissediyorum üzerimde. Ama benim sözel dünyam çok fazla değişmemiş. O bağlantı dikkatli dinleyici tarafından hemen anlaşılıyor. Yani 1969 yılındaki şarkılarda söylediğim içerik öyle çok da abartılı farklı değil şimdikinden.

Siz hep alanında çok başarılı, elit müzisyenlerle çalıştınız. Bu bir tesadüf müydü peki?

Hayır, tesadüf değil. Benim bu serüven boyuncaki arkadaşlarım bu insanlar. Bana Erkan Oğur bu grupla beraber çalmayı önermişti. Erkan’ın müzikal dünyadaki arkadaşlarıydı bu isimler. Yani bizim ilk çekirdek grubumuz Erkan (Oğur), Cem (Aksel), Gürol (Ağırbaş) ve ben. Bu dörtlü çok uzun yıllar beraber çaldık. Ben Erkan vasıtasıyla tanıdım hepsini.

Bu müzisyenler piyasada çalıyorlar, kendi müziklerini de hayal ediyorlardı. Ama sonuçta piyasa müzisyeniydi hepsi. Piyasanın müzikal beğenisini benden çok başka bir beğeniyi barındıran böyle müzikte yer almaktan hoşlandılar tabii ki.

Hem bu isimler benim müzikal dünyama katkıda bulundular, yani bana müziğin dili açısından bazı şeyleri öğrettiler, hem de ben de onlara bir şarkının sözel dünyasının nasıl bambaşka olabileceğininin ve popüler dünyadan ne kadar ayrılabileceğinin bir örneği oldum.

Bu ne demek?

Melodilerim çok piyasa işi değildi. Söylediğim şeyler belki çoğunluk ve kitlesel bir müzik değildi ama müzikal dünya açısından açısından belli beğeninin üzerinde bir seviyedeydi. Dolayısıyla onlar da çok zevk aldılar, ben de onlarla beraber çalmaktan zevk aldım.

Türkiye’deki müzisyenlerinin çoğu benim yaptığım bu müziği destekledi ve beğendi. Müzik olarak da yani sözlü olarak zaten kimse bir şey demez, diyemez de ama müzik olarak da beğendiler. Dolayısıyla çalmak istediler benle. Hem bu çaldığımız çekirdek grup en iyileriydi, onların da arkadaşları en iyilerdi zaten.

Yaptığınız müzik, dediğiniz gibi anaakım pop müzikten oldukça farklı. Yarattığınız bu hava, kibirli olmayı ya da toplumdan daha ayrıksı durmayı da beraberinde getiriyor mu?

Yok, hayır, getirmiyor. Müzik yaparken bu işten şöhret olmak, bilinmek, çoğunluk tarafından onaylanmak, belli miktarda para kazanmak bazıları için bir parametre haline dönüşebiliyor. Onu dikkate almak durumundalar.

Bir Amerikalı ya da bir İngiliz olsaydım belki başka türlü olabilirdi, bilemem. Çünkü yaptığım işin müzik tarafı Batı’nın çok kolay kabul edebileceği, yani Batı kökenlerini taşıyan bir müzik. Dolayısıyla onlarla belli bir yarışmaya girebilecek tarzda bir müzik olduğunu daha 19-20 yaşlarında farkındaydım. Dolayısıyla Türkiye’de öyle bir müziğin kitlesel şansı olmadığını biliyordum zaten. Dolayısıyla benim o zamana kadar yaptığım hiçbir şey kitlesel olmadı.

Ama siz de bir noktada kitleselleşebildiniz.

Tabii insanın müzikal kariyeri uzun. 50 yıldan söz ediyoruz. 50 yılda Türkiye’nin en önemli, en popüler şarkıcılarından bir ikisi benim şarkımı söylediği anda benim şarkılarımın o bölümü popüler olmaya başladı. Dolayısıyla kitlesel hale dönüşmeye başladı. Ama bu benim kontrolümde olan bir şey değil. Yani öyle olmayabilir de. Nitekim otuz yıl olmamıştı. Bu benim için bir şanstı.

Nasıl şans oldu?

Müzikle bu sefer yaşayabilecek duruma geldim. Ben 20’lerimde müzisyen olmayı tabii ki isterdim ama Türkiye’nin bu şartlarını bildiğimden hiç öyle bir şeye kalkışmadım. Yaptığım şarkılardan para kazanmak üzere bir şey düşünmedim. Yani o kadar aptal değilim bu konuda. Ama bu da bana da tabii çok genç yaşta müzisyen olmama ve müzikle yaşayamam gibi bir dezavantaj getirdi. 74’te 24 yaşındaydım ve ilk ürünümü yayımladıktan sonra 10 yıl hiçbir şey yapmadım. 30’lu yaşlarına geldikten sonra yazmaya başladım ki, bu bir müzikal kariyerim için biraz kayıp yıllar.

Pişman mısınız bu yüzden?

Hayır, pişmanlığın filan hiçbir yararı yok hayatta. Keşkenin hiçbir işe yaradığını bilmiyorum ben. Türkiye’de yaşadığım için böyle bir hayatla karşı karşıya kaldım. Ama her zaman kendimi çok şanslı hissettim müzikal açıdan. Çünkü bu şarkıları yayımlayamabilirdim bile Türkiye’de. Ama hiç öyle olmadı ve bu müzikle bir şekilde yaşamayı becerdim.

‘Müslüm Gürses iyi ki şarkımı söyledi’

Mesela Müslüm Gürses sizin şarkılarınızı söyleyenlerden birisi.

Bunlar o kadar büyük şanslar ki… Ben o şarkıyı Müslüm Gürses’in söyleyeceğini bile bilmiyordum. Ezel Akay arkadaşım, bir film için bu şarkıyı kullanmak istediğini söyledi. Ben de kullan dedim. Yani Müslüm Gürses değil de bilmem kim söylese yine aynı şey olacaktı. Ama Allah’tan Müslüm Gürses söylemiş, bu iş bana yaradı. Bu bir bir şans eseri böyle oldu.

Nasıldı, başka birinden kendi şarkınızı dinlemek?

Şarkılarımı başkalarından dinlediğimde her zaman yadırgıyorum. Her zaman şarkının iyi, kötü, berbat ya da müthiş olması bir şey ifade etmiyor. Yadırgıyorum çünkü böyle bir şeye alışkın değilim. Bir şarkı yazarı olarak, bunlar tek başıma gitarımla söylemeye başladığım ve “Bunlar şarkı oldu” demeden yüzlerce defa sadece kendime çaldığım şarkılar. Dolayısıyla benim şeylerim. Bunu başkası söylediği zaman garipsiyorum. Bunun beğenip beğenmemek ile alakası yok.

Siz başkalarına çok fazla beste veren birisi değilsiniz.

“Bana bir tane sıfır kilometre şarkı yapar mısınız?” gibi bir şey karşılaşmadım çünkü. Sevdiğim birtakım şarkıcılar var, onlar bana gelip “Şu müziğe söz yazar mısın?” dediğinde yapmaya çalıştım. Levent Yüksel’e de, Yeni Türkü’ye de, Zuhal Olcay’a da yazdım. Öyle şeyler yapabiliyorum. Ama o şarkı ne de olsa bana ait bir şarkı olmuyor. Sözel dünyası bir seviyenin üzerinde olabilir ama onları benim ürünüm diye görmüyorum.

50 yıl öncesine dönersek, gelecek yıllar için duyduğunuz endişeler ve korkular var mıydı?

Olmaz mı? Müzik seviyordum, çalmayı seviyordum ve başka bir tutkum yoktu. Kardeşimle beraber sadece müzik dinliyorduk. Batıyı dinliyorduk. Türkiye’deki yabancı okullarda okuyorduk. Batı dünyasındaki müzikal gelişmelerden haberimiz vardı. 60’ların sonlarında popüler müzik dünya çapında bir evrime uğradığında, gençlik yaşlarımızda bunları yaşadım. Bu olayları birebir takip ettim.

Çocukken, 9 yaşında Amerika’da, Türkiye’de TV yokken Elvis Presley’i dinledim ve etkilendim bunlardan. Ancak söylediğim gibi ben Türkiye’de bütün eğitimimi, beyaz yaka yetiştirilmek üzere aldım. Dolayısıyla öyle bir avantaj vardı cebimde. Müzik yapmasam, müzikle yaşamasam başka türlü yaşayabileceğim bir eğitimim vardı. Bunu kullandım mecburen. Müzik yapmadım, mühendislik yaptım bir dönem. Müzik yapmak için de bütün şartları zorladım.

‘Müzik yapmadığım bir hayat sürdürseydim, hasta bir adam olurdum’

Mesela Norveç’e gittiniz, değil mi?

Orada kaldım ki, belki müzikle yaşarım diye. Ama bütün bunlarda yaş unsuru önemli. İnsan doğduğu topraklara her şekilde bağlı oluyor. O topraklarda yetişiyor, o düşünceden kopamıyorsun. 30 yaşından sonra başka bir ülkenin insanı olamıyorsun. O nedenle döndüm Türkiye’ye ve madem mühendislik yapamıyorum, müzik yaparım diye düşündüm. Eğer hayat öyle yürüseydi, psikolojik olarak rahatsız ve hasta bir adamla konuşuyor olacaktın. Ama öyle yürümedi. Ben de müzik yapma şansını buldum.

Şarkılarınızın şablonu Batılı bir müziğe dayanıyor. Batıyla rekabet edebilecek bir müzik yaptığınızı bahsettiniz. Yaptığınız bu müzikle uluslararasılaşabilir miydiniz?

Oradaki sorun şu; şarkı yazıcısı olarak kendimi Türkçe ifade edebilen bir adamım. İngilizce ifade edebilmek için, İngiliz doğmak ya da çok yetkin bir ekiple çalışmanız lazım. Ama o zaman da şarkı yazarının istediğini yazmak gibi bir şansı kalmıyor. Profesyonel bir dünyanın ekibinin bir parçası olabiliyorsunuz ancak. Ben İngilizce konuşuyorum ama şarkıyı İngilizce düşünmüyorum ki, Türkçe düşünüyorum. Yıllarca Türkiye’de yaşamaktan dolayı, sağımda solumda, her tarafımda Türkiye’den izler var. Bunları İngilizce söylesem çok fazla şey değişmez ve Batı ile sözel dünyada örtüşmem. Yapay olur. Yapay olmaması için ise profesyonel bir ekiple yapmak gerekiyor. O zaman da işin tadı kaçar.

“Buçuk” albümünde İngilizce bir şarkım var. Yazmışım öyle bir söz. O zamanlar Donovan’lar, Bob Dylan’lar dinlediğim çağdı. Yaptığım onlarla aşağı yukarı yarışabilecek bir şeydi. O kadar da altında değildi. Ama yaş 17-18’di. Aradan yıllar geçtikten sonra herhangi bir şarkıyı İngilizce düşünmemeye başladım. Öyle şarkı yazmıyorum hiç.

‘Şehirler arasında bir fark kalmadı’

Sizin müzik yaptığınız 50 yıllık zaman diliminde Türkiye’deki değişim sizi nasıl etkiledi?

Geçenlerde Diyarbakır’da çaldım; ondan bir gün önce Batman’daydım. Bunlar en yakın 10 yıl önce çaldığım yerlerdi. Mimari açıdan inanılmaz değişmiş. Tanıyamadım. Aynı zamanda şehirler kendi özelliklerini kaybetmiş. Her yer birbirine benziyor. Bartın’a gidiyorsun, Afyon’dan farkı yok. Diyarbakır Merzifon’la benzeşiyor. Apartmanlar, yapılar, kahveciler… Ekonomik dünya entegrasyonu, kapitalizm vs. yarattığı bir şey olsa gerek. İnsanlar bunu değişim ya da daha güzele gitme olarak görüyor. Sorun orada.

Aslında öyle bir şey değil. Gidip de Almanya’nın bir köyünde, “Schubert bu tarihlerde burada yaşamıştır” ibaresini gördüğüm zaman zevkten deliriyorum. Böyle bir tarih orada duruyor. O insanlar şehrin o tarihinden bugününe kadar taşımakla övünüyorlar. Bunun güzel olduğunu hissediyorlar. Ama Türkiye tam aksi. Her şey yıkılıyor. Türkiye’nin yüzde 50’sinin doğduğu ev yıkılmış, yerine yeni bir şey yapılmış.

Ortaçgil bilerek isteyerek anaakımın dışında kalmış biri değil mi?

Bilinçli miydi, evet. Ama söylediğim gibi Ortaçgil’in cebinde sıkıştığı zaman kullanabileceği bir meslek duruyordu. Yaşamak için şarkı satmak zorunda kalırsan, o zaman her şarkıyı yaparsın. Benim öyle bir mecburiyetim yoktu hayatta, o yüzden istemediğim hiçbir şeyi yapmadım. Herkese nasip olmaz böyle bir avantaj.

Fikret Kızılok, Mehmet Güreli, Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü… Bir şekilde müzikal bir akrabalık da var galiba değil mi?

Bütün bu söylediklerin hem kendi içlerinde değişik müzik yapan insanlar hem de genelde iyi eğitim almış, muhalif tarafları fazlasıyla olan, kendilerini popüler dalgaya kaptırmamış insanlar. Dayanışma, sevgi de var o gruplar arasında.

Hangisi Hayat” şarkısındaki sorularınız, daha önceki şarkılarınızla ortak bir noktada buluşuyor: Sorular. Soru sormak, sorgulak müziğinizde nerede duruyor?

Her yerinde. Soruyorum orada, “Cevabını verebiliyor muyum?” Hayır. Bu albümün genelinde böyle bir hava var. Dünyayı ya siyah ya da beyaz görenler için “öyle bir dünya yok aslında” diyor. Siyahla beyaz arasında beş yüz tane renk var. Ama siyah ya da beyaz gören insanlar, dünyayı anlamamış insanlar. O soruyu hep sormak lazım, “Neden öyle değil de böyle?” diye. Ben kendi adıma öyle biri değilim. Dünya çok çeşitli. Haklı ve doğru diye bir şey yok. Nereden baktığına bağlı. Tek doğru ve tek yanlış yok. Dünyayı her şeyin çatışması olarak görmek lazım. Bu çelişkiler de sözlerde ve albümde var fazlasıyla. “Kimine öyle kimine böyle, kimine üç kimine beş” ama benim için ne üç doğru ne beş.

‘Yaşlandım artık, bilge olmaya doğru yürümekteyim’

“Hangisi Hayat” şarkısında sorunuzun birini, “Ortaçgil der ki bu ne iş?” diye soruyorsunuz. Aşık geleneğinde, halk ozanlığında olduğu gibi… Kendinizi öyle mi görüyorsunuz?

Bilmiyorum, öyle bir iddiam yok. Kullandığım öge halk müziği değil ama artık yaşlandım, bilge olmaya doğru yürümekteyim. O şarkıda, bizim geleneğimizde söylendiği gibi söylemek istedim.

Türkiye’de sokaktaki gerginlik sizi nasıl hissettiriyor? Bu gerginliğin ortasında müzik yapmak kolay bir şey mi?

Değil tabii ki. Türkiye’nin gerginliği, “Batı mıyız, Doğu muyuz; zengin miyiz, fakir miyiz; başarılı mıyız, değil miyiz; doğru politik tercihlerde bulunuyor muyuz, bulunmuyor muyuz?” gibi sorular oluşu ve ekonomik yırtmamış bir ülke oluşumuzdan.

Türkiye bu çelişkilerden dolay gergin hakikaten. İnsanların bu gerginlikte sanatsal birtakım olayları dinlemek için vakitleri ve ekonomik güçleri yok. Hem de çok fazla değişken var. Rahatsızlığı hissediyorsun, gergin herkes. Yaşayamıyor kimse. Ekonomik olarak da politik olarak da zor. Bunları çözmemiz lazım. Çözemiyoruz ama. Ramak var deniyor ama ramak hala çok uzakta. Gençler rahatsız oluyor. Gençlerin becermesi gereken bir şey. Gençlerse günlük politikadan son derece uzaklar. Bıkmışlar. Onları yöneten insanlar onları temsil etmiyor. Onun stresini hissediyorlar. Şehirlerdeki yaşama kültürü de doğru dürüst oturmadı. Yabancılardan söz etmiyorum, ülke devamlı kendi içinde göç halinde. Bunların hepsi gerilim unsuru. Bir anda çıkmak zor. Bizler de şarkı yaparken, gerilimleri hissediyoruz.

Kimisi gerilimler üzerine şarkı yapıyor sadece. Ben bu gerilimler konusunda diyalog kapısının her zaman açık olması tarafındayım.

Bülent Ortaçgil: ‘Müslüm Gürses iyi ki şarkımı söyledi’
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.